Sabah yine bok gibi uyandım. TRT 2'de bir keman dinletisi. Biraz telefonda dolaştım, ama geçecek gibi değil içimdeki huzursuzluk. Sanki her an kötü bir haber alacağım. Sonbahara girdiğimizde hep oluyor böyle. Alışık olduğum bir duygu. Evime dönmüş gibiyim.
2 EKİM 2021
"Alo."
"Babaanne," dedim. "Sanırım bir süredir Anadolu Rock'a karşı önyargılarımı kırmaya başladım."
"Bunu duyduğuma çok sevindim," dedi.
Kanaviçe örüyormuş.
Kedi epey bir büyümüş.
Dedem ölmüş.
"İyi de," diyorum, "dedem öleli çok oldu."
Ben doğmadan önce.
Geliyormuş işte bazen aklına, kötü oluyormuş böyle zamanlarda.
İkindi vakti uyanır uyanmaz annemi aradım. Sesi biraz üzgün geliyordu, uzaktan bir akrabası vefat etmiş, cenaze evindeymiş, çabuk konuşacakmışım...
Direkt konuya girdim: “Anne, ben artık senin biricik oğlun olmak istemiyorum.”
“Peki, ne olmak istiyorsun?” diye sordu, haklı bir şekilde.
Biraz düşündüm, “soba borusu olmak istiyorum sanırım,” dedim.
Kararım ne olursa olsun bana saygı duyacağını, fakat bu konuyu bir müddet daha düşünüp onu tekrar aramamı tembihledi.
Çünkü daha evvelden de ona, artık heteroseksüel olmayacağımı, bir duş başlığı ya da mekanik makaslı cırcırlı kriko olmak istediğimi söylemiştim.
***
9 EKİM 2018
Başımı yastığa koyduğumda, hayal ediyorum her gece. Uyuyamayanlar için bir televizyon programı yapıyorum, haftada üç gece.
Mor, sarı ve yeşil renklerle dekore edilmiş stüdyo. Mor tahmin edebileceğiniz gibi uykusuzluğu sembolize ederken, yeşil de izleyicinin huzur ve güven duymasına yardımcı oluyor. Sarı ise burada en kritik rolü üstleniyor: O bize daha bilgili ve entelektüel bir hava katıyor.
Karşımda 40'lı yaşlarda saygıdeğer bir yazar. "Yazdıklarımın yüzde 95'ini çöpe atıyorum," diyor.
Neden?
Bir nedeni yok işte, atıyor.
Tam o sırada sen araya giriyorsun. 1945 sonrası İsveç şiirini anlatmak ya da Sappho'dan bir şeyler okumak için. Hangisi olduğunun bir önemi yok. Her ikisi de aynı ölçüde getiriyor uykumu.
Mışıl mışıl uyuyorum sonra.
Elbette, bu arada... Sıkıcı bir programda da olsa... Güzeldi seni görmek.
Keyifsiz uyandım. Aç karnına bir sigara. Duşa girip annemi aradım. Canımın neden sıkkın olduğunu, yardımcı olup olamayacağını sordu.
"Hemen de anladın benim güzel annem."
"Nedir bakalım seni bu kadar üzen?"
"Bu sene Golden Globe'a aday gösterilmedim."
"İyi de oğlum," dedi, "Sen zaten 26 senedir Golden Globe'a aday gösterilmiyorsun."
Buna artık alışmam gerektiğini, önümde daha uzun bir hayat olduğunu, belki günün birinde Golden Globe'a aday gösterilebileceğimi, hatta belki de bir gün Golden Globe'da bir ödüle layık görüleceğimi dile getirdi.
Anne işte. Anneler bazen böyle yalanlar söyler.
Yine de mutlu oldum. Aç karnına bir sigara daha. Ama bu sefer keyiften.
***
19 TEMMUZ 2008
Ayrılmak istediğimi söyledim. 3 sene olmuştu, bir çırpıda çıkıverdi ağzımdan. Yalan yok, korktum başta, yüksek perdeli bir tepki verebilir diye. Ama sakin karşıladı. Hatta bir hayli sakin. Canımı sıkacak ölçüde sakindi.
"Olur, pekala."
"Güzel, bu kadar kolay olacağını beklemiyordum doğrusu."
"Ama sakın arkadaş kalalım deme, bir kırgınlığım olmayacak sana."
Yüzümde istemsiz bir gülümse.
"Yalnız bir şey var."
"Evet?"
"Mor bir menekşe..."
"Nasıl yani?"
"Mor bir menekşe alman lazım," dedi. "Bizde adet bu şekilde. Mesela evlenecek olsaydık, beni evden çıkarmaya beyaz bir defne ile gelmen gerekecekti. Çocuğumuz doğduğunda dünyanın en kırmızı gülünü, tanrı korusun çocuğumuz öldüğünde ise dünyanın en karanlık haberini bana getirecektin. İyi ki tüm bunlar olmadı."
"Peki," dedim. Son bir mor menekşe.
Ancak işler istediğim gibi gitmedi. Bir türlü bulamadım mor bir menekşe. Örneğin beyaz menekşeler vardı, hem de tam mevsimi, muhteşem görünüyorlar. Ama kabul etmedi. Yalnızca mor bir menekşe istiyormuş, o kadarmış...
Ama yok işte. Onlarca çiçekçi dolaştım.
"Mavi bir menekşe var, bunu gördüğüne inanamayacaksın!"
"Senden küçük bir istekte bulundum. Son bir istek. Bu kadar zor hale getirmen çok komik."
"Kızım mavi menekşe buldum diyorum, hayatında mavi menekşe diye bir şey duydun mu?"
"Başka bir şey söylüyor musun?"
"Siktiğimin mor menekşesini bulacağım."
İş bir noktada inada bindi. Kötü hatırlanmak istemiyorum.
Hiçbir yerde bulamadığım bu mor menekşeyi internetten arıyorum. Yeni Zelanda'da bir mağaza, bunun tohumlarını satıyor. "Peki," diyorum, öyle olsun.
Haftalarca bekliyorum, hiçbir ses yok. Siparişi verdiğim mağazaya ulaşamıyorum.
"Lütfen ayrılalım, bak bulamıyorum işte, eziyet etme bana."
"Yok öyle," diyor. "Bir yola çıktıysan tamamlayacaksın."
Günler sonra Messenger'dan bir mesaj isteği alıyorum. Botanik gruplarında birçok yere mor bir menekşe aradığımı yazmıştım. Çok güzel bir kadın. Bir anlığına kendimi onun profil fotoğrafında yanında hayal ediyorum. Birlikte çok güzel görünüyoruz.
"Sanırım mor bir menekşe arıyorsun," diyor.
"Evet," diyorum.
Sahilde bir kahve dükkanının ismini veriyor. Yarım saat sonra orada buluşuyoruz. Fotoğrafta göründüğünden en az 13 kat daha güzel.
"Sana mor bir menekşe vereceğim."
"Beni çok mutlu edersin, bunun için her şeyi yaparım, ne istersen..."
"Pekala," diyor. "Beyaz bir orkide istiyorum senden." Çok güzel gülümsüyor.
Birer kahve içiyoruz. Birer sigara. Sonra ayrılıyoruz. Ama en yakın zamanda görüşmek üzere tabii. Ona beyaz bir orkide bulduktan sonra. Fazla oyalanmadan çıkıyorum yola. Yol uzun. Beyaz bir orkide arıyorum.
Saçları
kısacık bir kız arkadaşım vardı. Her hafta saçlarını kestirir, her defasında
pişmanlıktan ağlar ve tel tokalarını karşısına dizip her hafta bırakmaya karar
verdiği sigaraya tekrardan başlardı. Kalabalık kıyafetlerden hoşlanmaz,
gerekmedikçe konuşmaz ve istenmeyen tüylerinden itinayla kurtulurdu. Birlikte
en çok operaya gitmekten hoşlanırdık. Fakat o operadan hoşlanmazdı, solo müzik
severdi, basit, her şeyde olduğu gibi. Ondaki bu minimalistik tutku, içimde daima
bir Michelangelovari his uyandırırdı. Davut heykeli gibi. Soluk benizli, mermer
gibi bir surat.
“Seni
seviyorum,” derdim.
Öylece bakardı suratıma. Mermer gibi. Davut heykeli gibi.
17 MAYIS 2009
Saçları kara
mohawk bir oğlan vardı. Sevgilim diyemem. O benim her şeyimdi. Sigara tutmayı, leziz Arnavut mutfağını ve kelebeklerin aslında bir günde
ölmediğini ve daha pek çok şeyi sayesinde öğrendim. Kızdı mı tam kızar, tek
eliyle davul çalar, bir gözüne far çeker ve öpüşürken ağzımı ıslatırdı. Sokakta
tanıdım onu. Pantomim yapıyordu. İşi bittiğinde oturup bira içmeyi teklif
ettim, o gece çıkıp evine gittik ve bir hafta boyunca evden hiç çıkmadık.
Sonrasında yine sokakta kaybettim onu. Otobüse binip tren garına gideceğini
söyledi. Nereye gideceğini bilmiyordum. Ve sanırım kendisi de bilmiyordu nereye
gideceğini.
“Seni
seviyorum,” derdim.
Yalnızca
gülümserdi. Ama bu da bana yeterdi.
28 KASIM 2012
Saçları
beline kadar uzanan kırklı yaşlarda bir kadın ve o kadınla aramda enteresan bir
bağ vardı. Sadece alkollü olduğum geceler yanına giderdim, biraz daha alkol
verir, memesini emdirip Boris Vian okurdu bana. Çok eskiden gördüğüm ve
hatırlayamadığım birine benziyordu. Sayesinde pek çok kitap bitirdim. Fakat
hiçbirinin ismini öğrenemedim.
“Seni seviyorum,”
derdim.
Saçlarının beyaza
çalmış uçlarıyla gözyaşımı siler, kitabını okumaya devam ederdi: “Hiçbir şey
fazla uzun sürmemeli.”
2 ARALIK 2015
Otuz dokuz
gösteren fakat on sekiz yaşında olan bir kadın vardı; saçına tuhaf, her gün
başka renk peruklar takardı, sebebini bilmiyorum. Ama bu bir kadına aşık olmak
için gayet yeterli bir sebepti. Dinamizmi ve kendine bile yetmemesi bende
müthiş bir iştah uyandırıyordu. Yaşından büyük laflar eder, yaşından büyük
sevgililer edinir ve yaşından büyük Chihuahua cinsi bir köpek beslerdi.
Arkadaşları ona “Benjamin Button,” derdi ve bu kadının en büyük korkusu
ölmekti. Seneler sonra, ölüm korkusundan kurtulunca benden de kurtulmayı tercih
etti ve yollarımız ayrıldı. Artık kafasında bir perukla gezmiyordu ve yaşı
olduğundan daha küçük gösteriyordu.
Hiçbir zaman,
“seni seviyorum,” demedim ona. O da bana demedi. Bu yüzden birlikteyken çok
güzel bir ilişkimiz vardı.
***
Üçünün de
peşinden çok koştum. Çok ağladım. Bu süre içerisinde hepsinin saçları biraz
uzadı. Ama benim bir yerim uzamadı.